
Babam öldüğünde...
“Gerçek, bir hikâyeden alınmıştır…”(*)
-I-
Hayatın bittiği yer, sözün de bittiği yerdir…
Sözün bittiği yer ise, olanın olmaya devam ettiği, fakat “olanın ifadeye çıkmadığı” bir yer…
Hikâye bir “ifade” formudur, şu veya bu şekilde ifâde edilen şeyin bir gerçekliği vardır… O yüzden de “hikâye ve gerçek” çoğu yerde iç içe girmiş, bazen “gerçek” hikâyeye, bazen hikâye gerçeğe dönüşmüştür…
Ya da yukarıdaki sözdeki gibi, gerçeğin kendisi bir hikâyeden alınmıştır…
*
“Ölüm” karşısında insanın bildik çaresizliği ve artık günümüzde bu kelimenin de “moden insana”(!) bir şey ifade etmediğini, çoğumuz farklı şekillerde görüyoruz…
“Sûretlerin devamı ve bekâsı yoktur…”
“Ölüm”ün farklı bir ifadesi olan bu cümle, Muhiddin-i Arabi Hazretlerine ait…
Kendini, “ölümsüz tanrıcıklar” gibi gören günümüz insanına, gelip geçici bir “görüntü”den ibaret olduğunu, belki de farklı bir yönden hatırlatabilir, ne de olsa “görünmekle” var olmanın aynı şey zannedildiği “gösteri toplumu” devrindeyiz…
Babam öldüğünde...
-II-
Bir zamanlar, hiç “bitmeyecekmiş gibi” akıp duran bir zaman vardı…
Güneş doğar, güneş batar, sabah olur, akşam olur, adına hayat dediğimiz bir şey akıp dururdu…
Bir zamanlar uzakta, çok uzakta, hiç gelmeyecekmiş gibi duran bir “gelecek” vardı… N’oldu ona?..
Nerde şimdi o “gelecek?..”
Hiç bitmeyecekmiş gibi duran o uzun yolculuk, bir Kasım sabahı, günün başladığı saatlerde bitti; Babam öldü… Dünyaya gelmemize vesile olan, yaşadığımız hayatın her yerinde bir ağırlığı olan, hayatın en önemli, en baskın tarafı gibi duran babam öldü…
Babam öldüğünde onunla ilgili bir yazı yazmak istemiştim…
Elim bir türlü kaleme gitmedi… Ondaki “ben”i ve bendeki “O’nu” anlatacaktım, dünyanın renginin bir anda nasıl değiştiğini, hayatın “tükenen” bir şey olduğunu, tükenmenin, faniliğin ne olduğunu anlatacaktım… “Baba’nın ölümü”nün, dışımızdaki diğer ölümlere hiç benzemediğini anlatacaktım…
Yazamadım…
Yazıyı içimde yazdım, orda yazılı kaldı…
Babamla ilgili anlatacağım şeylerin çoğu –sanırım ki- onun kadar benimle de ilgili…
*
Bir Kasım sabahı, ben namaz kılarken çaldı tekrar telefon… Bu saatte telefon çalmazdı… Anlamıştım… Namazdan sonra tekrar çaldı telefon…
*
Aslında yaşarken, babamı çok sık gördüğüm yoktu, senede bir veya iki… Hatta bazen cezaevinde olduğum sıralar vesair, iki üç senede bir görürdüm… Ama “bilirdim” ki babam orda ve hayatta… Ve sanırdım ki, “devam eden” bir şeydir hayat…
Aslında sanmazdım, her şeyin kesik ve kopuk, her şeyin kendi sonuna doğru aktığı bir dünyada, insan hayatının da sonu olduğunu bilirdik hepimiz…
Sonra, o öldükten sonra, aslında önümüzde kocaman yazılı bir kitap olduğunu, hiç kapağını açıp okumadığımızı da fark ederiz… Hayat da böyle “geçip gidiyor” demek ki, okumadığımız kitaplar, anlamadığımız hayatlar, yüzüne bakmadığımız insanlar, hiçbir yerine dokunamadığımız acılar, duyarlılıklar… Sonra ömür defteri kapanıveriyor ve artık istesen de okuyamayacağın, baksan da göremeyeceğin bir karanlığa gömülüyor her şey…
"Neçe insanlar gelip geçmiş..."
-III-
Son dönemleri biraz farklıydı…
Bahçeye inerdi babam, toprakla uğraşırdı… Yahut toprak onunla uğraşırdı… Kendine iş arardı, uğraşacak bir şey, konuşacak biri, dertleşecek, anlatacak, dinleyecek birileri olsun isterdi… Ama onlar da artık teker teker yok olmuşlar, kimi ölmüş gitmiş, kimi taşınmış gitmiş, kimi yabancılaşıp gitmişti…
Ne garip bir dünya olmuştu bu dünya, baba oğluna yabancı, oğul babaya, kardeş kardeşe yabancı… Bu ne dehşet verici uçurum, bu ne görülmez bir uzaklık, nasıl ıssız bir yer olmuştu bu yer yüzü böyle?..
Şair’in;
“Çın çın ötüyor yüreğimin kökünde şu dünyanın ıssızlığı
Tanrı kimsenin başına vermesin böyle bir yalnızlığı!”
Dediği türden bir yalnızlıktı belki de…
*
Birinde rüyamda öldüğünü görmüştüm babamın, “şuradan aşağı inerken mi, çıkarken mi oraya yıkılıp kalmış” diye anlatıyordu kardeşim rüyamda, ben ise katıla katıla ağlıyordum…
Ne tuhaf…
Babamın öldüğünü, sabah namazı vakti o telefon çaldığında, ben namaz kılarken anladım… Bu saatte telefon çalmazdı ki…
Rüyada görülen ile gerçekte yaşanan iç içe girdi; Babam öldü...
*
Soba kurarken çok sinirlenirdi babam, borular bir türlü birbirine geçmez, birini takarken öbürü yeniden çıkardı… Bu arada da rüzgar eser, duman içeri vururdu… Kızardı babam, “Deliğine mitiller depilesice!” der, rüzgara kızardı…
*
“Neçe insanlar gelip gitmiş” derdi, ama biz bundan onun neyi kasdettiğini anlamazdık, halbuki o zamanın ne kadar uzun bir geçmişten bugüne geldiğini, kendisinin de artık ölüme yaklaştığını kastediyordu belki de… “Neçe insanlar gelip gitmiş…”
*
Bir “varlık-yokluk” kavgası içine doğmuş babam Anadolu’nun bir köyünde, “Tek parti” dönemi, dinsizlik rüzgarının her şeyi yakıp kavurduğu bir iklim, bir rüzgar estiren cebberrut döneminde… “Bir cenderme, bütün bir köyü önüne katar götürürdü” diye anlatırdı o günleri… Bir Jandarma niye bütün köyü önüne katıp götürüyor bilmezdik o zamanlar, çok sonraları öğrendik…
*
Çocukluğunda “okumaya” gitmiş, Kur’ân okumasını öğrenmeye giden bütün çocukların hocasıydı Niyazi hoca…
Dünyada "dışlığı gelmez" oluyor insanın...
-IV-
Son zamanlarda “dışlığı” gelmez olmuştu babamın, aşağı iniyor, yukarı çıkıyor, bahçeyle uğraşıyor, televizyona bakıyor, ı-ıııh… “Dışlığım gelmiyor” derdi…
“Dışlığın gelmemesi” ne demektir diye düşünmezdik, bunun “zaman bir türlü geçmiyor” demek mi, yoksa, “zaman ne kadar ağır, donuk, durmuş sanki” demek mi olduğunu bilmezdik.. Geçmesini istediğimiz zaman, “geçmesini istemediğimiz” zaman, geçip gidince, “nasıl geçti bu kadar zaman” diye hayıflandığımız, hayrete düştüğümüz zaman…
“Hiç yaşlanmam sanıyordum” diyordu babam son görüştüğümüzde sanırım… Nasıl da geçip gitmişti, bir türlü geçmek nedir bilmeyen o kadar uzun, çok uzun zaman?..
İşte bunu anlıyordum; “Hiç yaşlanacağım aklıma gelmiyordu”…
*
Gençlik dönemlerinde çok çatışma ve gerginlikler oldu babamla aramda, ya o ne demek isteğini anlatamıyor veya ben ne yaptığımı anlatamıyordum… Ne zaman ki ben de baba oldum, o zaman dank etti bende bir şey; Evet diye düşünmüştüm, hiçbir baba çocuğunun kötülüğünü istemez, fakat bunu çocuğuna ifade edebilmesi için, “çocuğun zamanına inip” oradan, onun anlayacağı bir dille söylemeli… Ama babam bunları düşünmezdi sanıyorum, doğru bildiğini ve çocuklarını “koruma içgüdüsüyle” yapıyordu belki de gerginlik sebebi olan bir çok şeyi…
Sonraları, uzun çok uzun zaman sonraları, artık babam daha derinden mi duymaya başlamıştı “fanîliği” bilmiyorum ama, o sert adam, o bakışları ile ağlayan çocuğu susturan adam gitmiş, çocuklarına olan sevgisini nasıl göstereceğini bilmeyen bir adam gelmişti, duygusal bir adam…
2001’de cezaevinden çıktıktan sonra Maraş’a gittiğimde, beni otogarda karşılamıştı, şaşırmıştım buna, çünkü normalde gelmezdi babam otogara kadar… Ama gelmişti...
"Çocuklar okuyup adam olsunlar diye..."
-V-
“Çocuklar okusunlar, adam olsunlar” diye şehre göçmüştü babam, nadir konuşma fırsatı bulduğumuz zamanların herhangi birinde anlatmış, içinden neler geçtiğini bilmeden, dinlemiştim sadece… “Çocuklar okusunlar, adam olsunlar, bu köy yerinde, kaba saba cahil insanların içinde bir şey olmak ihtimalinin yokluğunu” kendi argümanları ile anlatmaya çalışmıştı… Ben sadece dinlemiştim…
Uzun uzun anlatmıştı... Köyden niye şehre göçtüğünü... Ben de babamla sanki ilk defa konuşuyormuş gibi uzun uzun dinlemiştim...
Çocuklar okudu… “Adam” oldular mı bilmiyorum… Ben olamadım...
Son zamanlarda, sürekli geçmişini, yani kendi hayatını anlatıyordu babam...
Çünkü yaşanmış her şey geçmişteydi... Geldiği yer kendisine, kendisi geldiği yere yabancıydı adetâ...
Dünya ıssızlaşmıştı… Bir zamanlar "gelecek" diye bir şey vardı, o da karışıp gitmiş, "geçmişte" kalmıştı artık... Belki de o yüzdendi hep "geçmişi anlatması..." Çünkü artık gelecek kalmamış, ne varsa geçmişte kalmıştı...
*
Dürüst adamdı babam. Yalan söylemezdi, haram yemezdi. Dostluğa önem verir, misafire ikrâm ederdi, bir zamanlar misafirlik diye bir şey vardı, misafirliğe gelinir, misafirliğe gidilirdi… Çocukluğumuzda ne çok misafir gelirdi eve... Azala azala kaybolmuştu son dönemlerinde bu da...
(*) Muzaffer Serkan Aydın