
Her Arayan Bulamaz, Lakin Bulanlar Arayanlardır
Hep söyleriz ya; “nasip meselesi…”
Kadere inanan Müslüman başına gelene “nasip” der, ardından ya sabreder veya sevinir. Aynı zamanda, meydana gelen her şeyin Allah’ın takdiri ile vuku bulduğuna şüphe duymadan iman eder.
Ancak nasip ve nasibi arama arasında güçlü bir bağın bulunduğunu söyleyebiliriz. Bir örnek üzerinden yazımızda bu konuyu ele alacağız.
Ashâb-ı Kirâm’ın önde gelenlerinden Selmân-ı Fârisȋ örneğiyle…
Selmân-ı Fârisȋ, çocukluk çağından İslâm’la müşerref olduğu döneme kadar olan hayatını İbn-i Abbas’a anlatmıştır. Biz de bu bilgi üzerinden değerlendirme yapacağız.
Isfahan’ın Ceyy kasabasında dünyaya gelen Hz. Selmân’ın İslam’dan önceki adıMabah b. Buzahşan'dır. Bir Mecûsî olan babası da köyün ileri gelenlerinden olup, akrabaları ve çocukları arasında en çok Selmân’ı severdi. Bu sevgi sebebiyle oğlunu yanından ayırmaz, sürekli evde kalmasını isterdi. Diğer taraftan babası Mecûsîlerinibâdetgâhı olan ateşgedede ateş yakma işiyle ilgileniyordu. Babasının sevgisini karşılıksız bırakmayan Selmân da onaateş yakma işinde onu yalnız bırakmazdı. Henüz çocuk yaşlarda olan Selmân ateşin bir an dahi sönmemesi için mücadele ederdi.
Selmân’ın hayatı, babasının kendisine inşaatında bir görev vermesiyle değişir.
Selmân inşaatın olduğu yere giderken yolda bir kiliseye rastlar ve içeriden gelen seslerin ne olduğunu merak eder ve içeri girer. İçeride yapılan ibadetin kendi ibadetlerinden daha hayırlı olduğunu oradakilere söyler ve günü kilisede tamamlar.
Merak sardığı dinin merkezinin neresi olduğunu sorar, kilisedekilerden Şam olduğu bilgisini alır.Şam onun kafasında iz bırakmış, hayallerinde yer almaya başlamıştır.
Babası, inşaata gitmeyen ve geç kalan oğluna bunun sebebini sorar. Babasına, kiliseye uğradığını ve orada yapılanibadetin hoşuna gittiğini söyler. Babası ona:
“–Evlâdım, o dinde hayır yoktur. Senin ve atalarının dini ondan daha hayırlıdır.” der ve kaçmasından korktuğu için Selmân’ın ayağına kelepçe vurur ve hapseder.
Ama ne çare Selmân’ın kafasına Şam yer eder bir kere…
Selmân araştırmacı bir kimliğe ve güçlü bir azme sahiptir.
Bir yolunu bulurSelmân, prangalardan kurtulur ve ticaret kervanıyla Şam’a kaçar.
Bölgedeki en üstün âlimin bir piskopos olduğunu öğrenir ve kilisenin yolunu tutar. Piskoposla tanışır ve dini öğrenip onanla birlikte zaman geçirmeye başlar.
Ancak bir gün piskoposun insanlardan ihtiyaç sahiplerine vermek üzere aldığı sadaka ve bağışları zimmetine geçirdiğine şahit olur.
Bir zaman sonra piskopos ölür. Bölgenindin adamı olduğu için piskoposa görkemli bir tören yapılacağı sırada Selmân piskoposun zimmetine geçirdiği altın ve paraların saklı olduğu küplerin yerini gösterir. Törenle son yolculuğuna uğurlanmak üzere alana getirilen piskopos, ortaya çıkan bu yen bilgiler sebebiyle çarmıha gerilir ve taşlanır.
Öldükten sonra çarmıha gerilen piskoposun yerine kiliseyeinançlı yeni bir papaz tayin olur. Selmân, papazla bir dönem birlikte bulunur, nihayetinde ölüm döşeğine düşen papaza, gerçek anlamda dini yaşayan bir din adamının yerini sorar. Papaz, samimi insanların yok olma noktasına geldiğini, ancak Musul’da dini tatbik eden birinin olduğu bilgisini verir.
Selmân Musul’a, oradaki din adamının ölümüyle Nusaybin’e, sonra Ammûriye (Eskişehir bölgesinde bir yer)’ye gider. Her birinden bilgiler alırken Ammûriye’deki din adamının ölümü sırasındaki nasihatleri onun yeni bir yola girmesini sağlar.
Ammûriye’deki din adamı Selmân’a, son peygamberin gelmesinin çok yakın olduğunu, Arap topraklarında zuhur edeceğini, o peygamberin iki kara taşlık arasında hurma bahçelerinin bulunduğu bir yere hicret edeceğini söyler ve şunu ilave eder:“O peygamber hediyeden yer, sadakadan yemez. O’nun iki kürek kemiği arasında da peygamberlik mührü vardır. Eğer o diyarlara gitmeye gücün yeterse git, hemen yola gir.”
Selmân artık Arap topraklarına gitmenin yolunu arar, yapacağı yol masraflarını hazırlamak için davar ve inek beslemeye başlar.
Bir zaman sonra bölgeden geçen Kelb kabilesi tüccarlarına, besleyip çoğalttığı davar ve inekleri karşılığında kendisini Arap diyarına götürmesi talebinde bulunur. Talebi olumlu karşılık bulur ve Selmân kervana dâhil olur. Ancak kervanın reisi yolda ona zulmeder ve Selmân’ı köle olarak satar.
BitmezSelmân’ın çilesi…
Amacına ulaşabilmek için köleliğe bile razı olmuştur. Çünkü hedefi büyük, ideali yücedir…
Yaşamış olduğu sıkıntıların yanında, içindeki arayış Selmân’ı adım adım menzile yaklaştırır.
Selmân bir kez daha köle olarak başkasına satılır. Onu satın alan yeni efendisi, eski sahibinin amcasının oğludur veKureyzaoğulları kabilesine mensuptur. Oluşan yeni durum Selmân’ınMedine’ye ulaşmasını sağlar.
Selmân Medine’yi görür görmez Ammûriye’deki din adamının kendisine tarif ettiği yer gözlerinin önüne gelir ve menzile vardığını anlar.
Medine’de bulunmasına rağmen köle olduğu için Hz. Peygamber’in Mekke’de risâletle görevlendirildiği bilgisini elde edemez…
Tâ ki, hurma ağacı tepesinde çalıştığı bir gün, efendisinin ağacın altında amcaoğluna, Mekke’de birinin peygamberlik ilan ettiğini,Evs ve Hazrec kabilesine mensup kişilerin onun etrafında toplandığını kızgın bir şekilde anlattığını duyuncaya kadar…
Bu haberi işiten Selmân’ı bir titreme tutar… Kendi ifadesiyle, neredeyse ağacın altında bulunan efendisinin üzerine düşecektir…
İner heyecanla ağaçtan ve sahibinden az önce kullanmış olduğu cümleleri tekrar duymak ister. Ancak efendisi ona kızar, ardından da tokatlar…
Köle olsa bile Selmân artık özgürdür. Çünkü ulaşmak istediği bilgiye ulaşmış, aradığı kişinin sınırları dâhilinde olduğunu öğrenmiştir.
Selmân biriktirmiş olduğu birkaç yiyecek parçasını yanına alarak ilk fırsatta,Kubȃ’dabulunan Rasûlullah’ın (s.a.v) yanına varır.
Ancak hemen biat etmez. Konuşulan kişi gerçekten peygamber midir? Yoksa insanların duygularıyla oynayan, nefsini tatmin etmek için ortaya çıkan biri midir? Elindeki bilgilerle bunun araştırmasını yapmaya başlar.
Selmân, sadaka olarak biriktirdiğini söyleyip elindeki yiyecekleri Peygamberimize(s.a.v.) takdim eder ve ondan yemesini ister. Ancak sadaka olan ikramı Hz. Peygamber yemez ve yanındakilere ikram eder.
Selmân ilk hamlesinin ardından evine mutlu bir şekilde döner. Zira Ammȃriye’deki din adamı ona, ahir zaman peygamberinin üç özelliğini haber vermiş, bu özelliklerden birinin, o peygamberin sadaka alamayacağını söylemişti.
Selmân tekrar bir şeyler biriktirip, Medine’ye ulaşan Rasûlullah (s.a.v)’in yanına gelip elindekinin hediye olduğunu söyleyerek ikram eder. Hz. Peygamber hediyeyi alır, bu hediyeden hem kendisi yer, hem de yanındakilere uzatır.
Selmân ikinci adımında da istediğini öğrenmişti… Köle olan Selmân artık daha da özgürdür!
Selmân bu davranışıyla tüm insanlığa, bir inanca ve peygamber olduğu söylense dahi kişi veya kişilere körü körüne teslim olunmaması gerektiği mesajını verir.
Selmân’ın görmesi gereken bir de Peygamberlik mührü vardı…
Kısa bir zaman sonra Selmân, Bakîu’l-Garkad’da ihramlı bulunduğu bir esnada Rasûlullah’ın (s.a.v) yanına varmış ve ona selam vermişti. Ardından mührü görebilmek için Hz. Peygamber’in arka tarafına geçmiş,Selmân’ın niyetini anlayan Hz. Peygamber sırtından ridâsını sıyırmıştı. Mührü görür görmez tanıyan Selmân bir taraftan hıçkırıkla ağlamaya, diğer taraftan da mührü öpmeye başlamıştı.
Selmân madden köleydi ama manen kuşlar gibi özgürdü artık… Amacına ulaşmış, yıllardır uğrunda çileler çektiği kişiye ulaşmıştı.
Selmân’ın artık tek hedefi kalmıştı: Madden de özgürlüğe kavuşup her daim Allah Rasûlü’nün yanında bulunmak…
Hz. Peygamber,Selmân-ı Fârisȋ’ninbu iştiyâkını görmüş veona kendisini azat etmesi için efendisiyle antlaşma yapmasını teklif etmişti. Efendisine teklifi sunmuş, üç yüz hurma ağacı dikmesi ve kırk ukıyye altın vermesi karşılığında Selmân-ı Farisȋ’yi azat edeceğini söylemiş, Hz. Peygamber’in yardımıyla efendisinin talep ettiği şartları yerine getirmiş, maddî özgürlüğünü de elde etmişti. Hatta çukurları Selmân-ı Farisȋ açmış, fidanları Rasûlullah (s.a.v) kendi elleriyle bizzat dikmişti.
Ve Selmân-ı Farisȋ ömrünün kalanını, yıllarca uğrunda bedel ödediği davanın hizmetkârlığını yaparak tamamladı.
Konumuzun özüne dönelim. Selmân-ı Fârisȋ iletişimin çok zayıf olduğu bir dönemde hak peygambere ulaşmak için yüreğinde bir ateş yakmış, onu beslemiş ve yangına çevirmişti. Yıllarca diyar diyar aramış, bin birtürlü sıkıntıyı yaşamış, köyündeki rahat hayatı terk edip köle olmuş ama davasından hiçbir zaman ayrılmamış ve ümidini de kesmemişti.
Tüm bunların neticesinde Allah, Selmân’ın amacına ulaşmasını nasip etmiştir. Ancak nasibe ulaşırken Selmân’ın yüreğinde yaşattığı “hedefine ulaşmadaki istek ve arayış” örnek bir davranıştır. Zira Selmân, yüreğindeki istek ve arayış sebebiyle uzak diyarlardan yola çıkıp Allah’ın elçisine ulaşırken, Allah’ın elçisinin hemen dibinde bulunan Ebu Leheb ve benzerleri Allah’ın peygamberine bir türlü ulaşamamıştı.
Şunu unutmayalım ki, İslam yolunda çekilen hiçbir zahmet karşılıksız kalmaz. Nitekim Rasûlullah (s.a.v) Selmân-ı Fârisȋ’yi“Ehli Beyt'imizdensin”müjdesiyle onore etmiştir. Hulâsa:
“Her arayan bulamaz lakin bulanlar arayanlardır.”