
"İhanet bir bilmecedir..." (3)
"İyi"liğin alâmeti, haya, kötülüğün alâmeti, hayâsızlıktır!"
-I-
Şimdi daha önce de bir vesile ile anlatmıştım;
“Utanma” ve “doğruluktan” nasibi olmayan insanlar, toplum için gerçek anlamda bir belâdır, o yüzden bu tür insanların toplum içine, toplum önüne çıkması yasaklanmalı, toplumdan tecrit edilmelidir…
Bu düşüncenin aslı;
"Irkımızın yok olmasından korkan Zeus, bunun üzerine, Hermes'e sitelerde kural yerine geçmesi ve insanları dostluk bağlarıyla birbirine bağlaması için doğruluk ve utanmayı götürmesini söyledi. Sonra da şu yasayı koy benim adıma dedi:
“ Utanma ve doğruluktan nasibini almayan her insan toplum için bir bela sayılacak ve öldürülecektir." (Platon, Protagoras, 322, c-d.)
Şeklinde geçer…
Platon’un naklettiği bu sözü, Şeriat çerçevesinde şöyle tevil edebiliriz;
Utanma ve doğruluktan nasibini almayan her insan toplum için bir belâ sayılmalı ve toplumdan "tecrit" edilmelidir! Aksi takdirde bu insanlar, "bağlı olduklarını idda ettikleri", büyükleri, şehidleri bile bir şekilde yeniden yeniden "öldürebilmektedirler..."
Aslında Allah Resulü’nün; “Haya –utanma duygusu-imândandır” buyurmaları, imansızlığın bir çeşit hayasızlık, hayasızlığın bir çeşit “imansızlık” barındırdığını da dolaylı yoldan ifade eder…
Yine Allah Resulü’nün; “Her dinin bir ahlâkı vardır; İslâm’ın ahlâkı da hayâdır” ve “Eğer utanmıyorsan istediğini yapabilirsin” hadisleri de, aynı mânâyı farklı ve benzer yönleriyle ifade etmektedir…
*
Mâverdî hazretleri, “Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn” adlı eserinde, “Mürüvvet” kelimesinin anlamını;
“Açıktan yapıldığında hayâ duyulan bir işi gizli olarak da yapmamak” olarak belirtir ve kötü ve şüpheli şeylerden ancak hayâ sayesinde uzak kalınabileceğini belirtir.
İnsanlardaki iyilik ve kötülüğün bazı alâmetleri bulunduğunu kaydeden Mâverdî hazretleri; iyilik alâmetlerini ar ve hayâ, kötülük alâmetlerini de arsızlık ve hayâsızlık olarak belirtir...
Ve;
“Hayâdan mahrum olmuş insanı artık kötülükten alıkoyacak, haramdan uzaklaştıracak bir engel kalmaz; bu kişi dilediğini yapar, istediği gibi yaşar…” Der…
Gördüğümüz gibi, insanoğlu, tâa “Yunan mitoloji”sinden beri, “doğruluk ve utanmadan” nasibi olmayan insanlardan bıkmış, toplumu ve insanları bu “sinsi karakterin” şerrinden, kötülüklerinden muhafaza etmeye çalışmış, bunun yol ve yöntemlerini, kural ve kaidelerini aramışlar…
Zamanüstü Mutlak doğru Şeriat da, “arsızlık ve hayasızlığın”, bütün kötülüklerin alâmeti olduğunu, yukarıda geçen ölçülerle, çok net bir şekilde ifade etmiştir…
Zeus da bu “sinsi karakterden” bıkmış, bunların iflâh olmayacağını görmüş, “Sonra da şu yasayı koy benim adıma koy” diyerek, son çareyi, bunları öldürmekte bulmuş;
“Utanma ve doğruluktan nasibini almayan her insan toplum için bir bela sayılacak ve öldürülecektir." demiş…
"Çok çok önemli işler çeviriyoruz"(!)
-II-
Evet, ne diyorduk en son Şemsettin?
-“İhanet bir bilmecedir” diyorduk abi…
-Evet, ihanet bir bilmecedir, insanın kendi kendine ihanet etmesi daha müşkül bir bilmecedir…
(Burada da soyutlama olmaması için dümdüz söyleyelim, en büyük ihanet, Şeriat’ın ölçülerine uymamak, teslim olmamak, o ölçülere saygısızlık, o ölçülere kayıtsızlık ve umursamazlıktır… Kulağını ve kalbini Şeriat’ın muazzez ve mukaddes ölçülerine tıkayıp, Şeytanın fısıltılarına açık tutmaktır…)
Neyse, gel zaman git zaman, -hikâyesi uzun- ben Bolu cezaevi'ne KİM'in yanına geçtim...
Orda da çok tuhaf bir şey oldu;
Bir gün KİM, beş on tane "fanzin" dedikleri fotokopi ile basılmış dergileri bana uzatarak;
-"Şunlara bakarsın, ilginç bir şey varsa bana söylersin..." dedi...
Bunlara göz atarken bir de ne göreyim; Bu “utanmaz sinsi” o fotokopi ile çıkarılan dergilerden birinde, ne kadar ileri bir “İslâmî şuura”(!) sahip olduğunu gösteren, “duygu yüklü”(!) bir yazı yazmış…
Yazıda, “bilgisayarını özlediğini”, internete hasret kaldığını, zaten internetin “@” işaretinin, Arapça’daki “Hüve”nin “he”sine benzediğini, buradan derûni “tasavvufi duygulanımlar”(!) içine girdiğini filân anlatıyor… Hadi neyse bunları geçelim, bu onun “sosyal medya bağımlılığıdır” kimseyi ilgilendirmez kardeşim deyip savuşturalım, fakat orda da durmamış… Bu yememiş içmemiş, Eşkıya’ya olan hased-fesadını kusmuş… (Kendilerinin “çok çok önemli işler çevirdiklerini”(!), Eşkıya’nın susması gerektiğini, KİM’in külliyatı’nda tahrif yapıldığını uydurup uydurup yazmış…)
Tuhaflık şurada tabii, “Ulan ne alâka?” filân diye düşünüyorsun, adamda bu hased, bu kuyruk acısı neyin nesi, benimle ne alâkası var filan diye merak ediyorsun…
(Neyse meselenin aslı sonradan ortaya çıktı; Meğer, Eşkıya, Bolu’ya KİM’in yanına geçince, bu “dedikodu şebekesi” hasedden kıçı başı dağıtmış, pavyon fedaisi kılıklı tiplerin kucağına oturmuş, etrafa pislik saçmaya başlamışlar… O sırada da bu hooop içeri girince, hızını alamamış, pavyon fedaisi kılıklı tipin kaldığı yerden “tasavvufi-dervişî”(!) duygulanımlarını ifraz etmiş… Meğerse Eşkıya, bu “fitne fesat şebekesi”nin kafalarındaki kurguyu bozmuş, farkında olmadan… Kafalarındaki kurgu da şu; Birinci sırada KİM, ikinci sırada malûm “Şey(h)”, üçüncüsü de “Şey”in ibrikçisi ile bu… Bu ikisi arasında da ayrıca bir rekabet var; “Üçüncü sen misin ben miyim?” rekabeti… Bunlar kendi güdük dünyalarında, “Padişahın en yakınındakiler”(!) olarak, adam yerine konulmalarının –kimin koyduğunu bilmiyoruz tabii- derin hazınını yaşarlarken, bir anda bunların kafalarındaki kurgu bozulmuş… Tabii kurgu bozulunca, o şaşkınlık içinde, kim nedir aldırmadan, pavyon fedaisi kılıklı tiplerin kucağında, “bir tasavvuf, bir Şeriat, oooo” uçmuşlar… Bu kadar rezil ve utanmaz adamlar…
(Daha sonraki süreçte bu rezalet ve rekabet, farklı şekillerde sürmüş, işte “meşhuuur yazarın yazılarını yazanlar” olarak bu ikisi arasında bir “yarış”(!) bir rekabet sürmüş, o kadar “önemli işler”(!) yapmalarına rağmen bunların “gölgede” kalmaları, farklı yollardan bunların “anı uydurmalarına” yol açmış, “ah ulan biz o melun 28 Şubat sürecinde ne işler çevirdik, ne direnişler sergiledik, ne mağduriyetler yaşadık, ne kahramanlıklar yaptık, bir keresinde sivil polis bize ters ters bakmıştı, sizin bundan haberiniz var mı heeç…” yollu anılarını anlatmaya başlamışlar, tabii o dönemleri “kimsenin bilmediğinden gayet emin”(!) oldukları için, soracak kimse de yok, bir süre sonra kendileri de bu anlattıkları şeylere “inanmaya”(!) başlamışlar…)
"KİM'e şikâyete gitmiş..."
-III-
Şemsettin: Peki, abi hani KİM size demiş ya, “ilginç bir şey varsa söylersin” diye, mevzu oldu mu peki sonradan bu durum KİM ile…
-Yok yok…
Şemsettin: KİM, “Elindeyse öküze öküz olduğunu anlat” dediği bu olabilir mi peki?
-Onu bilmiyorum… Ama başka bir hadise ile ilgili olarak, bu kulaklar KİM’den şunu duydu… Bu “utanmaz sinsi”nin nasıl bir gevşek karakterli olduğunu gösteren somut örneklerden biridir bu anlatacağım da…
Bu “kulakların duyduğunu” anlatmak için biraz geri gidip, olayı nakletmem lazım önce… Olay şu…
Bu “üçlü” birleşip, “Akyokuş” diye bir dergi çıkarmışlardı, bu sinsinin de o derginin jeneriğinde adı yazıyordu, -otuz senedir yaptığı tek icraat da bu oldu, fitne ve fesatlarını saymazsak- neyse, KİM’de bunlara biraz temkinli bir şekilde, “marifet iltifata tabiidir” şiarınca iltifat etmişti, daha sonraki süreçlerde bunlar “o işin adamı olmadıklarını” defalarca isbat etmelerine rağmen, bu üçbuçuk sayılık derginin “getirisi” ile uzan yıllar, birleşme ayrılma şeklinde faaliyetlerine(!) devam ettiler… Bir ara, bir arkadaş, “Akyokuşu nasıl aşmalı” diye bir kritik yazınca, (-çünkü o zaman da her müsbet hamlenin önüne bunu çıkarıyor, “biz var ya biz aşılmayız” diye kasılıyordu bu “sinsi…”) bu gevşek yine “höreleniyor” ve o zamanki “taraf” şeyinden sert bir karşılık görünce, tornistan edip, çareyi bunları “KİM’e şikâyet etmekte” buluyor… Tabii bunlar daha “KİM’i de tanımıyorlar”…
Şemsettin: Evet abi, şu senin kulakların duyduğunu biz de duyalım?
İşte bununla ilgili KİM; “Adam güya benim kavgama katılmak için benim yanıma gelmiş, yani “benim adamım” olması gereken adam, zoru görünce gelmiş bana şikâyete, diyorum; bana güvenerek mi hörelendin, sen mi benim adıma kavga edeceksin, ben mi senin kaprislerin için ötekileri döveceğim! Yani adam(!) aklı sıra beni de kullanacak, bu şikâyet edecek, ben de gidip öbürlerini döveceğim(!) görüyor musun adamdaki şeyi!”
Şemsettin: Abi müthiş! Adamdaki “nefs hilesi” utanç verici gerçekten, KİM, bu sinsinin adına, sinsi için “kavga edecekmiş” öyle mi? “Bunlar bana parmak salladı, git bunları döv!” diyor yani adam KİM’e…
-Bu rezil ve utanmaz karakterin bunun gibi, nasıl bir “gevşek” olduğunu somut olarak gösteren başka örnekler de var tabii ki…
Şemsettin: Abi, Eşkıya’ya hasedinden EE’yi desteklemiş, bu doğru mu?
-Haaa, evet evet, adam bir anda EE’ci oldu, böyle hasedinden kıçı başı dağıttığı zamanlar, içgüdülerini kontrol edemiyor, o olayda da, bütün kamuoyu, Eşkıya’ya yapılan haksızlığa itiraz ederken,-gayet âleni bir haksızlık çünkü- bu “naif sinsi”, küfür ve hakeretin çok kötü(!) bir şey olduğun keşfedip, “Gülen’e, Çevik Bir’e bile karanfil uzatarak konuşun, bu Eşkıya’yı savunmayın” diye tweet attı desem?
Neyse, bunu da yarın konuşuruz artık…