
Eşkıya yazdı; "İhanet bir bilmecedir" (2)
Sanıyorum, Çarşamba’daki “Şeyh” abimizi de yoldan çıkaran bu oldu…
"Şeriat'ın dışında hakikat yoktur..."
-I-
KİM’den öğrendiğimiz ve imân ettiğimiz hakikat odur ki;
Şeriat “zamanüstü”dür ve Mutlak doğrudur! Bireyin ve toplumun, “kurtuluş yolu”nu gösteren anahtardır…
Yine KİM’den öğrendiğimiz ve imân ettğimiz bir hakikat de şudur ki;
“Şeriat’ın dışında hakikat yoktur…”
Buna inanırsın veya inanmazsın, doğrularsın veya “yalanlarsın…”
Yine tam bu noktada, KİM’den öğrendiğimiz ve imân ettiğimiz hakikat şudur ki;
-“Bir şeyin vücud bulması özünü zıtlarından tasfiye etmesi ile mümkündür…”
İnsanların, Şeriat ile ilişkisi, ya bir imân ve teslimiyet şeklinde, -ki bunlar Müslüman olarak isimlendirilmiştir- veya bu zamanüstü Mutlak doğru’yu inkâr şeklindedir –ki bunlara da kâfir denilmiştir…
Günümüzde ise, -“kâfirlerden” ayrı olarak- bir kısım-bir çok kısım “ara tonlar” ortaya çıkmış, “zamanüstü Mutlak doğru-Şeriat”a- iman ve inkâr noktasında, “zayıf, ilgisiz, lâkayt, önemsemez, saygı duymaz, uyma çabasına girmez, ne idüğü belirsiz, kendinin de ne olduğundan habersiz tuhaf tuhaf insan tipleri türedi…
İlhamını "İbiş"ten alan bir gevşek...
-II-
Şemsettin: -Abi kim bu Homongolos gerçekten, yeni arkadaşlar merak ediyor…
Aslında bu “yok hükmünde” silik bir karakter… Sadece “pislik” yaparak “varolabiliyor”… Meselâ, “şu kadar zamandır ne yapmış bu sapı silik?” diye sorsan, işte “şunu şunu yapmış” diyebileceğin hiçbir şey bulamazsın…
Bütün ilhamını da İbiş’ten -KİM’e ilk hainlik edenlerden- alan bir tip…
(İbiş, KİM’in yanında görünerek, KİM’in etrafını boşaltmaya çalışan, bu sinsilikleri yaparken KİM tarafından suçüstü enselenen ve dehlenen ve “hain” olarak damgalanan ilk isim… (-Bunların İBİŞ’le olan yakınlıkları, ekip olarak İBİŞ’in güdümüne girmeleri, yakınlaştıkça biraz daha yakınlaşmalarının hikâyesini bir ara hatırlat Şemsettin, detaylı olarak anlatalım onu da...)
Süreç içinde, bu İbiş pislik yapmayı bıraktı mı?
Hayır, ilerleyen zamanda, bu cemaat içindeki bir iki salağı kullanarak ihanetine devam etti, zaman içinde bu İBİŞ’in babası cemaate Şeyh oldu, İbiş de Şeyh’in KİM’e hainlik etmiş oğlu olarak, dünyalık “iktidarsızlığın” sinsi karakteri olarak pislik yapmaya devam etti…)
İşte bu "silik sinsi" de, KİM’in etrafında, yaptığı herhangi bir iş ve faaliyetle değil de sürekli “pislik” üreterek var olmaya çalışmanın karakteristik ismi oldu…
Eğer yaptığı tek iş ne dersen, -günümüz itibariyle, neticede o da fasafiso çıkan- malûm bir derginin yazı işleri müdürlüğü idi… O derginin jeneriğinde isminin yazması idi… Yaklaşık otuz yaldır “yaptığı tek iş” bu oldu…
Bunun başka herhangi bir İslâmî faaliyeti, icraatı, yapıp ettiği bir iş filan herhangi bir şey yok… Otuz senedir de onun "köftesini" yiyip duruyor... Bu tür bayağı insanlarda güçlü bir “hayvani içgüdü” bulunduğu için, KİM’in “yazma”ya değer verdiğini bir şekilde çaktı, fakat bunun herhangi bir üslubu, kalemi filân da yoktu… Yazıp çizdikleri de, “it gaz kaçırdı yel götürdü” cinsinden hiçbir değer taşımayan şeylerden ibaret kaldı… (Bin bir müstear isimle yazıp çiziktirdikleri; gazetecilik desen gazetecilik değil, araştırma ürünü desen değil, fikir desen o hiç değil, yani yazıp çiziktirdikleri de silik karakteri gibi üfürükten teyyare şeyler…)
Ama ezbere tarafından “dedikodu-fitne” mevzuları olduğu zaman, müstear isimlerle bir çok pislik yaptı… Kendi adıyla değil, “müstear” isimlerle… Kullandığı müstear isimler de, “Dr” filân gibi ünvânlar kullanıyordu, hani insanlar merak edecek, “ulaa kim bu “Dr” filân diyecekler, asfjhjhfghjklm… Onlar da “üfürükten” palavralar şeklindeydi, yazdıklarını kendisi dahil kimse okumuyordu…
Zaman içinde bu “internet” filan yaygınlaşıp, işte bu “forum morum” şeyleri kullanılmaya başlayınca, buna “gün doğdu”… İstediği her türlü pisliği, buralarda müsetear isimlerle yapmaya başladı…
İşte burada “pislik” yaparken, yine “suçüstü” yakalandı…
"O'na seranad"tan(!) yürüyemeyince, "köfteye" ve fitneye seranad yapmaya başladı!
-III-
Şemsettin: -Bu adamın hiç mi “müsbet” bir icraatı, bir “katkısı” filân yok abi?
-Var tabii olmaz olur mu, “O’na seranad”(!) yapan bir mahlûk bu…
-Nasıl yani abi?
Basbaya “O’na seranad” yapmış asjdhgfklm… Tabi şimdi ben anlatırken bile, üzerime kusmuk bulaşıyormuş gibi hisse kapılıyorum, ama bu gerçek… (Güya, KİM’in Üstad’a olan nisbetini ve bağlılığını bu da KİM’e “sevgi” yoluyla bir sevgisellik içinde ilân-ı aşk etmiş...) Utanç, utanç, utanç… Yani acayip derecede “ne münasebet lan” durumu, ne münasebet, ne alâka, nerden icâb etti filan! Nerden baksan rezil bir karakter yani…
Neyse, doksondokuzda kazara cezaevine girince, KİM bunun bütün bayağılıklarını, düşüklüklerini yüzüne vurdu… O dönem orada olan birçok arkadaş buna şahittir…
KİM’in bu tür “sahteliklere, bayağılıklara” zerre kadar tahammülü olmadığını bilenler, neticeyi tahmin edebilirler…
(Ki, o sözlere muhatap olan normal birinin, bir daha asla insan içine çıkamaması gerekirdi… Gerçi bu ondan sonra hiçbir şekilde “insan içine” çıkamadı, ama, kasılmaya, kibirli kibirli, arabesk arabesk kuytularda zehrini bulaştırmaya, fitne ve fasadını, bayağılıklarını bulaştırmak için uygun zamanı kollamaya devam etti… Ve fırsatını bulduğunda hiç "insaf" etmedi, bulaştırabildiği kadar bulaştırdı...)
Bu tuhaf donmuş kibir bulaşığı, “O’na seranad” ile yol alamayınca, “köfteye seranad” yapmaya başladı…
Şemsettin: "Köfteye serenad" nasıl bi şey abi ya?
Şöyle bi şey Şemsettin; "Ey köfte, sana doyamıyorum, yiyorum yiyorum yine de doymuyor, yine yemek istiyorum, sen benim için çok çok önemlisin, sana bayılıyorum" filân gibi bir midesel bağlılık duygusallığı işte... Yani, "O'na seranad" rezilliği de bunun gibi bi şeydi...
*
Zaman içinde, kendi işi ve faaliyeti ile var olamayan bu "Silik sinsi", bir süre sonra, Çarşamba’nın “şeyhi” etrafına yanaştı… Normal bir yakınlaşma değildi bu tabii ki, bir çeşit “yanaşma” şeklindeydi…
Sanıyorum, Çarşamba’daki “Şeyh” abimizi de yoldan çıkaran bu oldu… (Bu bir tahmin, emin değilim) Fakat, asıl “şeyh olmak”(!) isteyen bu silik kibir çuvalıydı, bundan eminim… Çünkü KİM, bunun "seranad rezilliğini" suratına vururken, "Kendisi derviş(!) olacak ya, beni de "Şeyh" yapmış" diye rezilliğini yüzüne vuruyordu... O zamanlar, Çarşamba'daki "şeyh abimizin" aklının ucundan bile şeyhlik meyhlik geçmiyordu, onun derdi başkaydı...)
Bir süre sonra Çarşamba’daki “Şeyh abi” de bunun sinsiliklerine daha fazla tahammül edemeyip yanından kovdu…
Bu ordan da kovulunca, pislik yapmak için en uygun kanal diye düşündüğü internete daldı büsbütün;
Sosyal medya mecralarında, farklı isimlerle üç dört tane hesap açıp, beş on takipçili bu hesaplardan “faaliyetlerine”(!) devam etti… Hesabın birinden bir şey zırvalıyor, diğer hesaptan bu zırvayı “beğeniyor” ve retwıt ediyor, bu şekilde Türkiye’de siyasete yön verdiğini(!) düşünüyordu… Ama bunu, nasıl diyelim, ciddi ciddi düşünüyordu...
Neyse, bunun bu “bağımlılığını” ben cezaevinde iken, tesadüfen kendi yazdığı şeylerden öğrendim…
Şemsettin: -Abi niye “sinsi” silik diyorsun bu “karaktere”?..
Şundan ki Şemsettin: Sinsi, insanların en kötüsüdür... Neden dersen, “iyiyi” bilirsin, “kötü”yü bilirsin, ona göre davranır, tavır alırsın… Ama “sinsi”yi bilemezsin, sürekli “sûret-i hak” kisvesinde görünür, dost değildir ama, “dost gibi” yapar, iyi değildir ama, “iyi gibiymiş” gibi yapar, yanında değildir ama, “yanındaymış gibi” yapar… Mürâiliğin listesi bu şekilde uzar gider, o yüzden de insanlara en büyük zararı bu “sinsi karakterli” tipler verir…
Çok "birleştirici-birleşici" bir karakter...
-IV-
Şemsettin; -Abi bu kendisinin çok "birleştirici" olduğunu söylüyormuş...
-Doğru Şemsettin… Bunlar önce üçü birleşti, sonra ayrıldılar, herkes kendi kendisiyle birleşti, daha sonra tekrar bir araya gelip birleştiler, sonra ayrıldılar, herkes başka birisiyle birleşti, daha sonra olmadı, tekrar ayrıldılar, bu bd şeysi ile birleştiler, orayla da tam birleşemeyince, ordan ayrıldı, fuykan şeysi ile birleşti, sonra orada da tam birleşme gerçekleşmeyince, tekrar kendi kendisiyle birleşti, sonra kendisinden ayrılıp bu defa bayan deygisi ile birleşti, fakat bütün bu birleşmelerin hiçbirinden herhangi bir “ürün” hasıl olmadı… Bundan sonraki birleşme ve ayrılma kimlerle olur bilemiyorum...
Fitne ve dedikodunun "birleştirici gücü"(!) etrafında birleştiler!
-V-
Bunları bir araya getiren, “birleştiren” fikir, mücadele, Şeriat filan olmadığı için, uzunca bir süre bir ağabeyimizin –Allah o ağabeyimize selâmet versin- dedikodusu etrafında birleştiler… Zamk gibi yapıştılar birbirlerine… Fitne fesat havuzunda aralıksız birbirlerinin sırtını sıvazladılar, aralıksız yedi-sekiz sene gayet örgütlü bir şekilde bu ağabeyin dedikodusu etrafında şebekeleştiler… Bu esnada “fitne/dedikodu”nun “birleştirici”(!) gücünü de fark ettiler… KİM’in o ağabeyimize kızmasını, kendilerine “iltifat”(!) olarak yorumladılar, bu dedikodu “birlikteliği” yedi sekiz sene sürdü, tabi bu zaman zarfında sürekli dedikodu yaptıkları için başka bi şey yapmalarına gerek kalmadı, “İslâmi faaliyetin”(!) dibini buldular, yapmadıkları faaliyet kalmadı!
(...)
Neyse, bu arada, gel zaman git zaman, -hikâyesi uzun- ben Bolu cezaevi'ne KİM'in yanına geçtim...
Orda da çok tuhaf bir şey oldu;
Bir gün KİM, beş on tane "fanzin" dedikleri fotokopi ile basılmış dergileri bana uzatarak;
-"Şunlara bakarsın, ilginç bir şey varsa bana söylersin..." dedi...
(Devamı yarın...)
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.